6 Kasım 2020 Cuma

KIYILARDA KALAN TAŞINMAZLAR VE MÜLKİYET HAKKI

 

Ülkemizde deniz, tabii ve suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerini düzenleyen yasal mevzuat 3621 sayılı Kıyı Kanunudur.

Kıyı Kanununda;

Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırı,

Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alan,

Sahil şeridi: Kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olarak en az 100 metre genişliğindeki alan şeklinde tanımlanmıştır.

Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.

Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyılardaki ruhsatsız yapılar ile ruhsat ve eklerine aykırı yapılar hakkında 3l94 sayılı İmar Kanunu’nun ilgili hükümleri uygulanır.

Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.

Kıyı kenar çizgisi tespit edilmeden kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılamaz.

Sahil şeridine 11 Temmuz 1992 tarihinden önce yürürlükteki plan ve/veya mevzuatta uygun olarak yapılmış veya inşaat ruhsatı alınarak en az su basman seviyesine kadar inşaatı tamamlanmış yapılardaki müktesep haklar saklıdır. Üzerine birden fazla yapı yapılmak üzere ruhsat alınmış parsellerdeki en az su basman seviyesindeki yapılar içinde bu durum geçerlidir.

Mülkiyet hukuku yönünden kıyılar Anayasa’nın 43. maddesinde ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 715. maddesinde ifadesini bulan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerdendir. Bu alanların özel mülkiyete konu olmaları mümkün değildir. Bu nedenle kıyı kenar çizgisi tespit edildikten sonra kıyıda kalan taşınmazlar için defterdarlıklar ve mal müdürlükleri tarafından herhangi bir bedel ya da tazminat ödenmeksizin tapu iptali davası açılmaktadır.

Bu durum ve imar planları ile getirilen kısıtlamalar kıyı kenar çizgisinin yanlış belirlendiği iddiası ile idari yargıda davaların açılmasına sebep olmaktadır.

Taşınmaz mülkiyetinin Anayasa'nın 35. maddesindeki güvence kapsamına girdiğine kuşku yoktur. Adli yargı mahkemelerince kıyıda kalan taşınmazların tapu iptalleri ile ilgili davalar karara bağlanmadan önce mevcut onaylı kıyı kenar çizgisine göre değil, görevlendirilen bilirkişinin kanaatine göre karar karar verilmekte olması, Valiliklerce belirlenip Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca onaylanan ve imar uygulamaları bakımından geçerli olan kıyı kenar çizgisi tespitlerini tartışmalı hale getirmektedir.

28.11.1997 tarih ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında “kural olarak, mülkiyet hukuku yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevinin adli yargıya ait olduğuna; ancak 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 9. maddesi uyarınca idare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idare tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması gerektiğine” işaret edilmişse de, ilk derece mahkemelerince, kıyıda kalan taşınmazların tapu iptalleri ile ilgili davalarda  mevcut onaylı kıyı kenar çizgisi esas alınmayıp, bilirkişi incelemesi ile taşınmazın kıyı mevzuatına göre konumu belirlenip karar verilmeye devam edilmektedir.

Bu nedenle, 3621 sayılı Kanununa kıyıda kalan özel mülkiyete ilişkin adli yargıda açılmış davalarda idarece belirlenerek kesinleşmiş kıyı kenar çizgisinin esas alınması hükmü getirilerek, yargılamadaki aykırılık giderilebilir.

Kıyıda kalan taşınmazlar için defterdarlıklar ve mal müdürlükleri tarafından tapu iptali davası açılması uygulamasının yasal bir dayanağı bulunmamakla birlikte, nayasanın 43. maddesine ve gerekse 3621 sayılı Kıyı Kanunu’na göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan kıyılarda bulunan özel mülkiyete konu taşınmazlar için tapu iptali davası açılabilirse de, ortada hukuki açıdan geçerli bir mülkiyetin bulunduğu da bir gerçektir.

Kıyıda kalması nedeni ile tapusu iptal edilen taşınmaz sahipleri, iç hukuktan sonuç alamamaları nedeniyle AİHM’de Türkiye aleyhine tazminat davası açmaktadırlar.

AİHM kıyıda kalan taşınmazların tapusunun iptal edilmesini mülkiyet hakkına müdahale olarak görmekte kıyıdaki taşınmazların tapularının iptal edilmesinin Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi kapsamında mal ve mülkten yoksun bırakma niteliğinde olduğunu vurgulamakta ve tapusu iptal edilen kişiye taşınmazın değeriyle orantılı uygun bir tazminat ödenmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Yargıtay tarafından daha önceden verilen kararlarda kıyıda oluşan tapulara hukuki değer verilemeyeceği belirtilmekte iken AİHM’in tazminat kararlarından sonra görüş değiştirerek kıyılarda oluşmuş tapuların kıyının kamu malı niteliğini değiştirmeyeceği, ancak Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı tapu ile sağlanan mülkiyet hakkına değer verilmesi, böyle bir yer kıyı kapsamında kalmakla, temel vasfı yani kamu malı olma niteliği değişmemekle birlikte, kişinin söz konusu tapuya dayalı hakkının korunması gerektiğine karar vermektedir.

7 Ağustos 2020 Cuma

İMAR PLANLARINA KARŞI AÇILAN DAVALARDA DAVA SÜRECİNDE TAŞINMAZIN SATILMASININ DAVAYA ETKİSİ

 

İdare Hukukunun genel ilkelerine göre iptal davası açılabilmesi için gerçek ya da tüzel kişiler ile dava konusu edilen işlem arasında ölçülü ve ciddi bir ilişkinin, diğer bir deyişle menfaat bağının bulunması gerekmektedir.

Menfaat ihlali koşulu, iptal davalarının kabulü ve dinlenebilmesi için aranılan koşullardan biridir. Gerek doktrinde gerekse yargı içtihatlarında bu koşul, sübjektif ehliyet koşulu olarak kabul edilmekte, ancak ne tür bir menfaat ihlalinin gerçek ve tüzel kişilere iptal davası açma yeterliliğini sağladığını gösterecek kesin bir ölçü ortaya konulamamakta ve bu ilişki kural olarak iptal davasına konu olan kararın niteliğine göre saptanmaktadır.

Genelde, meşru, kişisel ve güncel bir menfaatin varlığı ve bunların ihlali menfaat ilişkisinin kurulmasında yeterli sayılmakta ve bu husus davanın niteliğine ve özelliğine göre idari yargı mercilerince belirlenmekte, davacının idari işlemle ciddi ve makul, maddi ve manevi bir ilişkisinin varlığı, dava açma ehliyeti için gerekli görülmektedir.

6 Ağustos 2020 Perşembe

CHANGE ARAÇ SAHİPLERİNİN HAKLARI

Çalıntı lüks araçların motor şasi numaralarının perte çıkmış araçların motor şasi numarasıyla değiştirilmesi suretiyle yapılan dolandırıcılığa “change” deniyor. İnternetten veya oto pazarlarından “Change” aracı bilmeden satın alanlar, araçlarının change olduğunu bilmeden trafikte kullanmaktadırlar.

Motor şasi numarası; aracın üretildiği ülke, üretici, üretildiği fabrika, araç tipi, motor tipi, kasa tipi, üretim yılı ve fabrikadan çıkan kaçıncı araç olduğu bilgisini içerir.

Change olduğunu bilmeden yüklüce para ödeyerek satın aldığı ve adına trafik tescilini yaptırdığı aracın, bir gün, change olduğu gerekçesiyle trafik görevlilerince el konulmaktadır.

Böyle bir durumda araç sahiplerinin hakları nedir?

4 Ağustos 2020 Salı

SUÇTA KULLANILAN ARAÇLARIN EL KOYMA VE MÜSADERESİNDE İYİ NİYETLİ ÜÇÜNCÜ KİŞİNİN MÜLKİYET HAKKI İHLALİ


Hukukumuzda eşya müsaderesi 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun "Güvenlik Tedbirleri" başlıklı İkinci Bölümünün 54. maddesinde hüküm altına alınmıştır, düzenlemeye göre. müsadere kararı verilebilmesi için eşyanın iyi niyetli üçüncü kişilere ait olmaması gerekir. Yerleşik Yargıtay içtihatları da bu yöndedir.

Maddenin gerekçesinde, müsaderenin bir şeyin mülkiyetinin devlete geçmesini amaçladığı ve bir yaptırım olan müsadereye hükmedilebilmesi için bir suçun işlenmesi zorunlu olmakla birlikte bu suçtan dolayı bir kimsenin cezaya mahkûm edilmesinin gerekmediği belirtilmiştir.

Hukuki niteliği güvenlik tedbiri olan müsaderenin, suçla mücadele çerçevesinde önemli ve gerekli bir araç olduğu kuşkusuzdur. Bu bağlamda suçta kullanılan eşyanın müsaderesiyle suçla mücadelede caydırıcılığın sağlanması ve yeni suçların işlenmesinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Dolayısıyla müsaderenin, kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğu açıktır.

Ancak, müsaderenin nihayetinde bir mülkiyet hakkı sınırlaması olduğu kuşkusuzdur. Mülkiyet hakkına müdahaleye yol açan tedbirlerin keyfî veya öngörülemez biçimde uygulanmaması gerekmektedir. Aksi takdirde mülkiyet hakkının etkin bir biçimde korunması mümkün olamaz.

El koyma veya müsadere gibi tedbirler yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin bireyin menfaatleri ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengeyi bozmaması için suça veya kabahate konu eşyanın malikinin davranışı ile kanunun ihlali arasında uygun bir illiyet bağının olması ve iyi niyetli eşya malikine eşyasını geri kazanabilme olanağının tanınması ve iyi niyetli malikin bu nedenle oluşan zararının tazmin edilmesi gerekmektedir.

Mülkiyet hakkı, sınırsız bir hak olmayıp, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması suretiyle sınırlandırılması mümkündür.

Her şeyden önce, mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir.

Kanuna dayanmayan sınırlandırma, kamu yararı amacı taşısa ve ölçülü olsa da mülkiyet hakkı ihlal edilmiş kabul edilir. Burada, sınırlandırmanın dayanağı kanunun da yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir olması gerektirmektedir.

Bir temel hak ve hürriyet ihlal edildiğinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanması yanında, öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi gerekmektedir.

Suçta kullanılan araçlara el koyma ve sonrasında müsadere kararlarında, kanuni dayanağın bulunmadığının sonradan anlaşıldığı hallerde, aracın malikine iadesi malikin mağduriyetini kısmi olarak gidermekle beraber, kamu yararı ile ilgilinin mülkiyet hakkı arasında bozulan adil dengenin sağlanabilmesi, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilebilmesi için, el koyma ve müsadere nedeniyle ilgilinin oluşan maddi ve manevi zararına karşılık uygun bir tazminat verilmesi suretiyle zararlarının da karşılanması gerekmektedir. (AİHM Ciantar ve Maxkim Ltd/Malta kararı)

El koyma ve müsadere dolayısıyla oluşan maddi zarar ise, el koyma sürecinde aracın bakımının yapılmaması nedeniyle yıpranmasından kaynaklı değer kaybı ve diğer yandan, bu süreçte ilgilinin aracını kullanamamasından kaynaklı gelir kaybıdır. Bu tür zararların kamu tarafından karşılanması hak ihlallerinin önlenmesi açısından gereklidir.

Emsal Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 19/11/2018 tarihli ve E.2018/4959, K.2018/10881 sayılı kararı, "... Somut olayda, 5607 sayılı Kanuna aykırılık suçu kapsamında el konulan kamyon iyi niyetli üçüncü kişi konumundaki davacı şirkete ait olduğu anlaşıldıktan sonra da el koyma tedbirinin fiili olarak uygulanmasına devam edilmiştir. El konulan aracın fiilen alıkonulması yerine trafik siciline şerh konulmasının niçin yetersiz kaldığı, 5271 sayılı CMK'nun 128. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca kara, deniz ve hava ulaşım araçları hakkında verilen el koyma kararlarının sicile şerh verilmek suretiyle icra olunacağı düzenlendiği halde, hangi gerekçe ile araca fiilen el konulduğu, mahkeme kararından anlaşılamamaktadır. Mahkeme davacı şirketi somut olay bakımından iyi niyetli üçüncü kişi konumunda olduğunu kabul ederek aracın kendisine iadesine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin 20/9/2017 tarih ve 2014/14195 başvuru numaralı kararında da belirtiği üzere suçta kullanılan veya suça konu eşyalara el konulması; bu eşyaların yeniden suçta kullanılmalarının önüne geçilmesi, caydırıcılığın sağlanması ve muhtemel bir müsaderenin sonuçsuz kalmasını önlemek gibi amaçlar taşımaktadır. Bununla birlikte kamu makamlarının söz konusu tedbirleri alırken kişilerin mülkiyet haklarının korunmasını da gözetmeleri gerekmektedir. Fiilen el koyma tedbirinin uygulanması, kişilerin geçici süreyle de olsa mülkünden yoksun bırakılması gibi ağır bir sonuca yol açmaktadır. El konulan aracın müsadere edilemeyeceğinin anlaşılmasına ve davacı şirketin aracının sicil kaydına şerh konulmak suretiyle daha az zarara yol açabilecek bir yolun da varlığına rağmen yargılama sonuna kadar kamyona fiilen el konulması şeklindeki müdahalenin 5271 sayılı CMK'nun 128. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı olduğu gibi ölçülülük ilkesi ile de bağdaşmadığı anlaşılmaktadır. Tüm bu açıklamalar ışığında, davacının tazminat talebi doğrultusunda zararını karşılayacak uygun bir maddi tazminata karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi [kanuna aykırıdır.]..."

 

 

 

 

 


25 Temmuz 2020 Cumartesi

TAŞINMAZLARINI, OHAL KHK’SI İLE KAPATILAN KURUMLARA KİRAYA VERENLERİN MÜLKİYET HAKLARI


Bilindiği gibi, 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi sonrasında 20.07.2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde ilan edilen olağanüstü hal kapsamında 23.07.2016 tarihinde çıkarılan ilk olağanüstü Kanun Hükmünde Kararname olan 667 sayılı Olağanüstü Hal kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname ile FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatlı ve iltisaklı olduğu belirlenen bir kısım özel sağlık kurum ve kuruluşları, özel öğretim kurum ve kuruluşları ile özel öğrenci yurtları ve pansiyonları, vakıf ve dernekler ile bunların iktisadi işletmeleri, vakıf yükseköğretim kurumları, sendika, federasyon ve konfederasyonlar kapatılmıştır.

Kapatılan kurumların her türlü taşınır ve taşınmazları ile mal varlıkları, alacak ve hakları, belge ve evrakı Maliye Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne bedelsiz olarak devredilmiştir.

Kapatılan vakıf yükseköğretim kurumlarının sağlık uygulama ve araştırma merkezleri ve kapatılan diğer kurum ve kuruluşlara ait olan taşınırlar ile her türlü mal varlığı, alacak ve haklar, belge ve evrak Hazineye bedelsiz olarak devredilmiş, bunlara ait taşınmazlar tapuda resen Hazine adına, her türlü kısıtlama ve taşınmaz yükünden ari olarak tescil edilmiştir.

Kapatılan bu kurumların her türlü borçlarından dolayı hiçbir şekilde Hazineden bir hak ve talepte bulunulamayacağı bu Kanun Hükmünde Kararname ile kurala bağlanmıştır.

Yine olağanüstü hal döneminde 29.10.2016 tarihinde çıkarılan 675 sayılı Olağanüstü Hal kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin olağanüstü hal kapsamında yürürlüğe konulan kanun hükmünde kararnameler gereğince kapatılan özel öğretim kurum ve kuruluşları ile özel öğrenci yurtları ve pansiyonlarının faaliyetlerini sürdürdükleri dönemde üzerlerinde bulundukları, mülkiyeti kapatılan kurumların sahibi gerçek veya tüzel kişilere ait taşınmazlardan 01.01.2014 tarihi ile kapatılma tarihleri arasında üçüncü kişilere devri yapılmış olan ve ancak üzerinde yine kapatılanlar kurumların faaliyet göstermeye devam ettiği taşınmazların geçmişteki bu devir işlemleri muvazaalı kabul edilmiş ve taşınmazlar ve tapuda ilgisine göre Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına her türlü kısıtlama ve taşınmaz yükünden ari olarak resen tescil edilmiştir.

Bu yazımızda, kapatılan bu kurum ve kuruluşlar hakkında uygulanan işlemler üzerinde değil, taşınmazlarını söz konusu kurum ve kuruluşlara kiraya vermiş olan mülk sahiplerinin mağduriyetleri ve sahip oldukları hakları üzerinde duracağız.

FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatlı ve iltisakı belirlenip kapatılan kurumların bir kısmının, kiraladıkları taşınmazlar üzerinde faaliyet gösterdikleri bilinmektedir. Bu noktada, taşınmazlarını bu kurumlara kiraya vermiş olan ve söz konusu kurumlarla veya FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatı ve iltisakı olmayan, aralarında sadece kiracı-kiraya veren ilişkisi bulunan mülk sahipleri için uygulamada bir kısım mağduriyetlerin doğduğu bir gerçektir.

Kapatılan kurumlar faaliyet gösterdikleri binalarla birlikte mühürlenmiş, tapu kayıtları üzerine “Valilik veya Kaymakamlıktan izin alınmadan herhangi bir işlem yapılmayacaktır.” şerhi konulmuş, binalar, söz konusu kurumlarla veya FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatı ve iltisakı olmayan, aralarında sadece kiracı-kiraya veren ilişkisi bulunan mülk sahiplerine uzun bir süre iade edilmemiş, hatta bir kısmı Devlet kurumlarınca kullanılmıştır.

Bir kısım mülk sahiplerinin iade talepleri, “Geriye yönelik herhangi bir hak talebinde bulunmayacağına dair taahhütname vermesi şartıyla” karşılanmış, bu yönde taahhütte bulunmayanların taşınmazları iade edilmemiştir.

Bu yönde bir taahhüt şartı, söz konusu kurumlarla veya FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatı ve iltisakı olmayan, aralarında sadece kiracı-kiraya veren ilişkisi bulunan mülk sahipleri için haklı yasal bir nedene dayanmadığı gibi, aynı zamanda Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile korumaya alınmış mülkiyet hakkı ihlalidir.

Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren temel bir haktır.

 Anayasanın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kenar başlıklı 13. maddesinde, "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." hükmüne, 35. maddesinde de, "Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz." hükmüne yer verilmiştir.

Ancak, mülkiyet hakkı da, Anayasa’da yer alan temel hak ve özgürlüklerin sınırlama rejimine tabidir. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında Anayasanın 13. maddesindeki ölçütler göz önüne alınmak zorundadır.

Mülkiyet hakkına getirilen sınırlandırmanın, Anayasanın 13. maddesinde öngörülen öze dokunmama, Anayasanın ilgili maddesinde belirtilmiş olma, kanunlar tarafından öngörülme, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmama koşullarına uygun olması gerekir.

Anayasanın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir.

Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülklerinden mahrum bırakılmaları halinde elde edilmek istenen kamu yararı ile mülkünden mahrum bırakılan bireyin hakları arasında adil bir dengenin de kurulması gerekmektedir.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile araç arasındaki ilişkiyi yansımaktadır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde, hedeflenen amaca ulaşabilmek için seçilen müdahalenin elverişli, gerekli ve orantılı olması gerekmektedir.

Bir taşınmazın malikine hiçbir karşılık ödenmeden tasarruf hakkı tanınmaması mülkiyet hakkının sınırlandırılmasını aşan, hakkın özünü zedeleyen ve mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden bir durumdur.

Toplumun genel çıkarları karşısında mülkiyet hakkına yapılacak müdahalelerde Devletin geniş bir takdir hakkı bulunduğunu kabul eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, bu takdir yetkisi kapsamında, kamu yararı ile bireyin temel haklarının korunması arasında adil bir denge sağlanıp sağlanmadığını, kullanılan yöntem ile hedeflenen amaç arasında makul bir orantılılık bulunup bulunmadığını araştırmakta, başvurucunun çok aşırı bir yüke maruz kaldığını belirlediğinde hak ihlali kararı vermektedir.

FETÖ/PDY ile irtibatlı ve iltisaklı kurumların kapatılmasında meşru bir amacın bulunduğu söylenebilirse de, taşınmazlarını bu kurumlara kiralayanların taşınmazlarına yıllardır tasarruf edememesinin, semerelerinden yararlanamamasının yasal bir dayanağı bulunmadığı gibi, kamu yararı ile bireyin temel haklarının korunması arasında adil bir denge de bulunmadığından, bu kişilerin zararının Devlet tarafından karşılanması gerekir. Aksi, mülkiyet hakkına yapılan ölçüsüz bir müdahale teşkil eder.


18 Temmuz 2020 Cumartesi

DİSİPLİN HUKUKUNDA SAVUNMA HAKKI



Savunma hakkı Anayasal güvenceye sahip bir haktır. Anayasa'nın 129. maddesinin 2. fıkrasında, memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Anılan Anayasa hükmünün gerekçesinde, "yapılacak disiplin kovuşturmalarında ve disiplin cezası uygulamasında ilgiliye isnat olunan hususun bildirilmesi, dinlenilmesi, savunmasını yapma imkânı tanınması bu madde ile güvence altına alınmaktadır" ifadelerine yer verilerek, disiplin cezaları ile ilgili olarak Anayasal güvenceye bağlanan savunma hakkının içeriği belirtilmiştir. 

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 129. maddesinde, ''Yüksek disiplin kurulları kendilerine intikal eden dosyaların incelenmesinde, gerekli gördükleri takdirde, ilgilinin sicil dosyasını ve her nevi evrakı incelemeye, ilgili kurumlardan bilgi almaya, yeminli tanık ve bilirkişi dinlemeye veya niyabeten dinletmeye, mahallen keşif yapmaya veya yaptırmaya yetkilidirler. Hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç, soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir." hükmüne, 130. maddesinde de, "Devlet memuru hakkında savunması alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya yetkili disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur, savunma hakkından vazgeçmiş sayılır." hükmüne yer verilmiştir. 

17 Temmuz 2020 Cuma

DİSİPLİN HUKUKUNDA SUÇ VE CEZADA KANUNİLİK İLKESİ



Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin önkoşullarındandır.

 Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade eder. Bu bakımdan, kanunun metni, bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır. 

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Danıştay Kararları Işığında Kamulaştırmasız El Atma Kitabının 2. Baskısı Yayınlandı!


Danıştay Kararları Işığında Kamulaştırmasız El Atma kitabının genişletilmiş 2. baskısı yayınlandı!

Seçkin Kitabevi tarafından yayınlanan 2. baskıya buradan ulaşabilirsiniz.



Hukukumuzda, idarenin kamulaştırma işlemi yapmaksızın, özel mülkiyete konu bir taşınmaza fiili olarak el atması yanında, özel mülkiyetteki taşınmazların daha ziyade uygulama imar planı ile kamu kullanımına ayrılması ve idare tarafından anılan taşınmazın kamunun eline geçmesi için gerekli olan kamulaştırma ve parselasyon gibi uygulama işlemlerinin belirli bir sürede yapılmaması durumunu ifade eden hukuki el atmanın da mülkiyet hakkına müdahale olarak değerlendirilip kamulaştırmasız el atma olarak kabulü ve bunun sonucunda gerek içtihatlar gerekse yasal düzenlemelerle ile idari yargıda tazminat istemli davaya konu edilebilmesinin önünün açılması sonucu Danıştay'ın konuya ilişkin karar ve görüşleri önem kazanmıştır.

Mülkiyet hakkını ve bu hakkın hangi durumlarda sınırlandırıldığını, mülkiyet hakkı ile doğrudan ve yakın bir ilişki içerisinde bulunan imar planlarını, parselasyon ve kamulaştırma işlemlerini, öğretideki görüşleri ve uygulamada Danıştay'ın uyuşmazlıkları karara bağlarken üzerinde durduğu hususları içeren ve belirli bir sistematik içinde hazırlanan bu kitap; 6745 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 07.09.2016 tarihinden itibaren imar planı ile taşınmazına hukuken el atılan ve tasarruf hakkı kısıtlanan kişilerin dava hakkını beş yıl öteleyen 2942 sayılı Kanun'un Geçici 11'inci maddesinin ve sonrasında kısmen Ek Madde 1 hükümlerinin Anayasa Mahkemesince iptalinden sonra önem kazanan konuya ilişkin güncel mevzuat ve yargı içtihatlarını okuyucuya sunmaktadır.

Barkod: 9789750260476
Yayın Tarihi: Temmuz 2020
Baskı Sayısı:  2
Ebat: 16x24
Sayfa Sayısı: 376
Yayınevi: Seçkin Yayıncılık
Kapak Türü: Karton Kapaklı
Dili: Türkçe

İmar Planları ve Değişikliklerinin Yürürlüğe Girmesi ve Kesinleşmesi

Bilindiği gibi planlar kapsadıkları alan ve amaçları açısından Mekânsal Strateji Planları, Çevre Düzeni Planları ve İmar Planları olarak adlandırılır. İmar planları, Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından oluşur.
İmar Hukukunda genel kanun olan 3194 sayılı İmar Kanunu’na göre, belediye ve mücavir alan sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce; belediye ve mücavir alan sınırları dışında kalan yerlerde yapılacak planlar ise valilik veya ilgilisince yapılır veya yaptırılır.
Belediyeler ve valilikler dışında, özel kanunlarla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na, İller Bankası’na (İlbank), Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Organize Sanayi Bölgelerine, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne de plan yapma yetkisi verilmiştir.
Belediye ve mücavir alan sınırları içinde ilgili belediyelerce; belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise valilik veya ilgilisince yapılan veya yaptırılan planlar, belediye meclisi ve il genel meclisince kabul edilir, yasal tabiri ile onaylanır.
İmar planlarının, kesin ve yürütülebilir idari işlem olarak oluşup ortaya çıkabilmesi için Kanunda öngörülen tüm prosedürün tamamlanması gerekir.
Kesin işlemler, idare adına irade tesisine yetkili en son idari merciden geçerek yürürlüğe giren idari işlemlerdir. Bu bağlamda, belediye meclisi ve il genel meclisinin diğer kararları gibi, planların kabulüne ilişkin kararların da idari işlem olarak kesinleşmesi, bu kararların belediye başkanı ve vali tarafından onaylanmasına bağlıdır. Bu suretle tekemmül eden meclis kararı ile yürürlüğe giren imar planları ilanı gereken düzenleyici işlemlerden olduğundan, Kanunda öngörüldüğü şekilde ilanı, aleniyet kazanması gerekir. İlan imar planlarına aleniyet kazandırır.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Kamulaştırmasız El Atma Tazmi̇natlarının Tahsi̇li̇nde Son Yasal Durum ve Anayasaya Aykırılık Sorunu


İdarenin, kamulaştırma işlemi yapmaksızın, kendi mülkiyetinde olmayan bir taşınmaza yönelik eylem ve tasarrufta bulunması, fiili el atma olarak değerlendirilmekte ve bu sebeple açılan davalarda adli yargı, Asliye Hukuk Mahkemeleri görevli bulunmaktadır.

30 Nisan 2020 Perşembe

İmar Planlarına Karşı Dava Açma Süresinin Beş Yıl ile Sınırlandırılması Anayasaya Aykırıdır


Kamu düzeninden olan ve hak düşürücü nitelik taşıyan dava süresi, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 14. ve 15. maddelerinde ilk inceleme konuları arasında sayılmış, süresinde açılmadığının tespiti halinde esasa girilmeden süre aşımı yönünden davanın reddine karar verileceği belirtilmiş, davanın süresinde açılıp açılmadığı hususunun yargılamanın her aşamasında dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır.
Kanunun 8. maddesinde dava süresine ilişkin genel esaslar düzenlenmiş, 7. maddesinde, ilanı gereken düzenleyici işlemlerde dava süresinin ilan tarihini izleyen günden itibaren başlayacağı, ancak bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililerin düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilecekleri hüküm altına alınmış, ilanı gereken düzenleyici işlemler yönünden ilgililere uygulama üzerine dava açma olanağı tanınmıştır.
Ayrıca, Kanunun 10, 11, 12 ve 13. maddelerinde de, başvuru üzerine idari makamların suskun kalması, üst makamlara başvuru, iptal ve tam yargı davalarının birlikte açılması, iptal davası sonrasında tam yargı davası açılması, doğrudan doğruya tam yargı davası açılması hallerinde dava süresine ilişkin düzenleme yapılmıştır.

29 Nisan 2020 Çarşamba

İmar Barışı Devletle Vatandaşı Barıştırdı mı?

Bir yandan Devletle vatandaşı barıştırmayı, diğer yandan kentsel dönüşüme kaynak oluşturmayı amaçlayan İmar Barışı amacına ulaştı mı?

Soruyu hemen cevaplayalım: imar barışının, kentsel dönüşüme kaynak oluşturma amacının gerçekleştiğini söylemek mümkün olsa da, imar sorunu olan vatandaşların tamamının Devletle barıştığını söylemek mümkün değildir. Bu barışa engel olan ve Yasal düzenlemede yer almayan kısıtlamalar, hem İdari düzenlemelerde, hem de mahkeme kararlarında yer almaktadır.

İmar barışında yapı kayıt belgesi, yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerli olup, yapının imara uygunluğunu sağlamamakla birlikte, yıkım veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar yapıyı kullanma hakkı vermektedir.

Yapı Kayıt Belgesi alınan yapıların, Hazineye ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş olması halinde, bu taşınmazlar Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca; belediyelere ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş olması halinde ise belediyelerce ilgilisine satılacaktır

28 Nisan 2020 Salı

İmar Planlarına Karşı Dava Açma Süresi


Dava süresi, kamu düzeni ile ilgili olup, hak düşürücü nitelik taşır.

Nitekim İdari Yargılama Usulü Kanununda, davanın süresinde açılıp açılmadığı hususu ilk inceleme konuları arasında sayılmış, davanın süresinde açılmadığının tespiti halinde esasa girilmeden süre aşımı yönünden davanın reddine karar verileceği öngörülmüştür (Madde 14/3-e ve 15/1-b). Ayrıca, davanın süresinde açılıp açılmadığı hususunun yargılamanın her aşamasında dikkate alınması gerektiği de vurgulanmıştır (Madde14/6).

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde dava süreleri belirlenmiş, 8. maddesinde dava süreleri ile ilgili genel esaslar düzenlenmiş, bu kapsamda sürelerin ne zaman başlayacağı, son günü tatil gününe veya ara vermeye rastlarsa ne şekilde uzayacağı hususları vurgulanmış, 9. maddesinde görevli olmayan yerlere başvurulması halinde ne kadar süre içinde idari yargı yerinde dava açılacağı kurala bağlanmıştır.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Tam Yargı Davalarında Kısmi Islah ve Uygulaması

Giriş

Makalemizin konusunu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (İYUK) 16 ’ncı maddesinin 4 ‘üncü fıkrasına, 11.4.2013 tarih ve 6459 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi ile eklenen “…tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktar, süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin nihai karar verilinceye kadar, harcı ödenmek suretiyle bir defaya mahsus olmak üzere artırılabilir…” hükümden sonra uygulamada ortaya çıkan hukuki sorunlar ve çözüm önerileri ile tam yargı davaları kapsamında bazı tazminat davalarının, hukuk usulündeki belirsiz alacak davalarına benzerliğinden hareketle belirsiz tazminat davaları olarak adlandırılması önerisi oluşturmaktadır.

26 Nisan 2020 Pazar

Hukuki El Atma Davaları

Hukuki El Atma Davaları 

Fiili ve Hukuki Kamulaştırmasız El Atma
Fiili ve hukuki el atmayı da kapsayacak şekilde, idarenin, üstlendiği kamu hizmetini yürütmek için gereksinim duyduğu gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerine ait taşınmazlara, hukuki bir dayanağı (Kamulaştırma Kanunu, İmar Kanunu vb. gibi) olmaksızın ve geçici olmayacak bir şekilde fiili olarak el atması veya taşınmaza fiili olarak el atmamakla birlikte, yasaların verdiği yetkiye dayanarak malikin mülkiyet hakkını süresi belirsiz bir şekilde engellemesi olarak tanımlanabilecek olan kamulaştırmasız el atmanın anlatılabilmesi için önce kamulaştırmanın ele alınması uygun olacaktır.
Anayasa’nın 46 ncı maddesinde, devlet ve kamu tüzel kişilerinin, kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedelini nakden ve peşin olarak ödeyerek kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkili olduğu belirtilmiştir.

25 Nisan 2020 Cumartesi

Uzman Görüşünün Yargılamadaki Yeri


UZMAN GÖRÜŞÜNÜN YARGILAMADAKİ YERİ

Mahkemeye yansıyan uyuşmazlıklarda hakim, genel bilgi veya tecrübesiyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olmayan konularda çözümü özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine veya re’sen bilirkişi incelemesi yaptırılmasına karar verebilir.  

Bu durumun aksine uygulamada, mahkemelerin çözümü özel veya teknik bilgiyi gerektirmeyen konularda da bilirkişiye başvurduğu sıkça rastlanmaktadır. 

Diğer yandan, mahkemelerce uyuşmazlığın çözümü için görüşüne başvurulan bilirkişilerin, uzmanlıklarının uyuşmazlık konusu ile ilgili olmadığı, bu sebeple kararlarının üst mahkemece bozulduğu sıklıkla görülmektedir.

Uyuşmazlıklarda, çözümü hukuk bilgisi dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren iddia ve savunmaların ispat aracı olan bilirkişi raporları yanında, hukukumuza 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 293. maddesiyle, Anglo–Sakson kökenli bir kurum olan “uzman görüşü” de girmiştir. Buna göre, tarafların, mahkemece başvurulan bilirkişi dışında uzmanından bilimsel nitelikli görüş alarak, iddia veya savunmalarını bu görüşlerle desteklemeleri mümkündür.  

24 Nisan 2020 Cuma

İdari̇ Yargı Kararlarının Uygulanmamasının Sonuçları


İDARİ YARGI KARARLARININ UYGULANMAMASININ SONUÇLARI
                                                                                                                                       
Dünya tarihinde idarenin içeriden ve dışarıdan denetimi uzunca bir sürecin sonucudur. Hukuka bağlı idarenin oluşması dünden bugüne oluşmuş bir olgu değildir. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin önemli basamaklarından birisi ve başlangıcı İngiltere’de 1215 yılında imzalanan ve Kralın yetkilerinin kısıtlanmasını içerene Magna Carta’ dır.

İdarenin dışarıdan denetiminde en etkili olan yol, idarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun yargının denetimine tabi tutulmasıdır.

Anayasa’nın 2. maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti Sosyal Hukuk Devletidir.” Hukuk devleti; kamu hizmeti görenlere hukuki güvenceler sağlayan, güvence sağlamak için koyduğu kurallara bağlı olan ve verilen yargı kararlarını ilgililerin başvurusuna gerek kalmadan infaz eden devleti ifade eder.

Hukuk devletini sağlamakta en önemli etken tabii ki bağımsız bir yargı sisteminin var olması ve bu bağımsız yargı tarafından verilen kararların uygulanmasıdır.

23 Nisan 2020 Perşembe

İdari Davalarda Feragat


İDARİ YARGIDA DAVADAN FERAGAT

Davadan feragat, açılmış bir davaya ilişkin talep sonucundan vazgeçilmesidir. Davayı kabul ise, davalının davacının talep sonucuna rıza göstermesidir. Her iki kurum da yargılamayı sonlandıran usul işlemleridir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 31. maddesinde, feragat ve kabul konusunda, özel hukuka ilişkin uyuşmazlıklarda yargılama kurallarını düzenleyen Hukuk Muhakemeleri Kanununa gönderme yapılmışsa da, kendine özgü nitelikleri olan ve yargılamada kamu yararını esas alan idari yargılama usulünde, sübjektif hak kavramı temelinde işleyen medeni usule ilişkin kuralların aynıyla uygulanması mümkün değildir. Bu nedenle, idari yargılama usulünde hukuk muhakemeleri kanununa atıf yapılan usul konularında, Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin bu çerçevede yorumuna ihtiyaç bulunmaktadır.