Ülkemizde deniz, tabii ve
suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı
niteliğinde bulunan sahil şeritlerini düzenleyen yasal mevzuat 3621 sayılı Kıyı
Kanunudur.
Kıyı Kanununda;
Kıyı Kenar çizgisi:
Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde
su hareketlerinin oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık,
bataklık ve benzeri alanların doğal sınırı,
Kıyı: Kıyı çizgisi ile
kıyı kenar çizgisi arasındaki alan,
Sahil şeridi: Kıyı kenar
çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olarak en az 100 metre genişliğindeki
alan şeklinde tanımlanmıştır.
Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.
Kıyılar, herkesin eşit ve
serbest olarak yararlanmasına açıktır. Buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar,
çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz.
Kıyılardaki ruhsatsız yapılar ile ruhsat ve eklerine aykırı yapılar hakkında
3l94 sayılı İmar Kanunu’nun ilgili hükümleri uygulanır.
Kıyı ve sahil
şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyı kenar çizgisi tespit
edilmeden kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılamaz.
Sahil şeridine 11 Temmuz
1992 tarihinden önce yürürlükteki plan ve/veya mevzuatta uygun olarak yapılmış
veya inşaat ruhsatı alınarak en az su basman seviyesine kadar inşaatı
tamamlanmış yapılardaki müktesep haklar saklıdır. Üzerine birden fazla yapı
yapılmak üzere ruhsat alınmış parsellerdeki en az su basman seviyesindeki
yapılar içinde bu durum geçerlidir.
Mülkiyet hukuku yönünden
kıyılar Anayasa’nın 43. maddesinde ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 715.
maddesinde ifadesini bulan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
yerlerdendir. Bu alanların özel mülkiyete konu olmaları mümkün değildir. Bu
nedenle kıyı kenar çizgisi tespit edildikten sonra kıyıda kalan taşınmazlar
için defterdarlıklar ve mal müdürlükleri tarafından herhangi bir bedel ya da
tazminat ödenmeksizin tapu iptali davası açılmaktadır.
Bu durum ve imar planları
ile getirilen kısıtlamalar kıyı kenar çizgisinin yanlış belirlendiği iddiası
ile idari yargıda davaların açılmasına sebep olmaktadır.
Taşınmaz mülkiyetinin
Anayasa'nın 35. maddesindeki güvence kapsamına girdiğine kuşku yoktur. Adli yargı
mahkemelerince kıyıda kalan taşınmazların tapu iptalleri
ile ilgili davalar karara bağlanmadan önce mevcut onaylı kıyı kenar çizgisine
göre değil, görevlendirilen bilirkişinin kanaatine göre karar karar verilmekte olması,
Valiliklerce belirlenip Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca onaylanan ve imar
uygulamaları bakımından geçerli olan kıyı kenar çizgisi tespitlerini tartışmalı
hale getirmektedir.
28.11.1997 tarih ve 5/3
sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında “kural olarak, mülkiyet hukuku
yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevinin adli yargıya ait
olduğuna; ancak 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 9. maddesi uyarınca idare
tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal
süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması
veya idare tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara
uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması
gerektiğine” işaret edilmişse de, ilk derece mahkemelerince, kıyıda kalan
taşınmazların tapu iptalleri ile ilgili davalarda mevcut onaylı kıyı kenar çizgisi esas
alınmayıp, bilirkişi incelemesi ile taşınmazın kıyı mevzuatına göre konumu
belirlenip karar verilmeye devam edilmektedir.
Bu nedenle, 3621 sayılı
Kanununa kıyıda kalan özel mülkiyete ilişkin adli yargıda açılmış davalarda
idarece belirlenerek kesinleşmiş kıyı kenar çizgisinin esas alınması hükmü
getirilerek, yargılamadaki aykırılık giderilebilir.
Kıyıda kalan taşınmazlar
için defterdarlıklar ve mal müdürlükleri tarafından tapu iptali davası açılması
uygulamasının yasal bir dayanağı bulunmamakla birlikte, nayasanın 43. maddesine
ve gerekse 3621 sayılı Kıyı Kanunu’na göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında
olan kıyılarda bulunan özel mülkiyete konu taşınmazlar için tapu iptali davası
açılabilirse de, ortada hukuki açıdan geçerli bir mülkiyetin bulunduğu da bir
gerçektir.
Kıyıda kalması nedeni ile
tapusu iptal edilen taşınmaz sahipleri, iç hukuktan sonuç alamamaları nedeniyle
AİHM’de Türkiye aleyhine tazminat davası açmaktadırlar.
AİHM kıyıda kalan
taşınmazların tapusunun iptal edilmesini mülkiyet hakkına müdahale olarak görmekte
kıyıdaki taşınmazların tapularının iptal edilmesinin Ek 1 No’lu Protokol’ün 1.
maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi kapsamında mal ve mülkten yoksun
bırakma niteliğinde olduğunu vurgulamakta ve tapusu iptal edilen kişiye taşınmazın
değeriyle orantılı uygun bir tazminat ödenmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Yargıtay tarafından daha
önceden verilen kararlarda kıyıda oluşan tapulara hukuki değer verilemeyeceği belirtilmekte
iken AİHM’in tazminat kararlarından sonra görüş değiştirerek kıyılarda oluşmuş
tapuların kıyının kamu malı niteliğini değiştirmeyeceği, ancak Devlet tarafından
verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı tapu ile sağlanan mülkiyet hakkına
değer verilmesi, böyle bir yer kıyı kapsamında kalmakla, temel vasfı yani kamu
malı olma niteliği değişmemekle birlikte, kişinin söz konusu tapuya dayalı
hakkının korunması gerektiğine karar vermektedir.